Özledim ki, hem de çok…Eski ailece bir arada olduğumuz günleri…Akşam yapılan kapı önü sohbetlerini…Sobanın önünde kıvrılıp yer kapma telaşımızı…Annemin yaptığı fırından mis gibi kokusu gelen yemekleri…Babamın sıcacık nefesini yüzüme kondurduğu minik buselerini…Kimsenin odasına kapanmayıp ailece aynı odada oturduğu günleri…Sohbetlerimizi…Hatta çocukça kavgalarımızı…Evimin bahçesinden gelen mis gibi hanımeli kokusunu…Arkadaşlarımı…Ailemize yabancıların girmediği, kimsenin ölmediği…Resimlerin eskimediği…Dağılmamışken oraya-buraya…Birlikte olduğumuz günleri…Yani ben, anamı, babamı, kardeşlerimi…Ailemi özledim…
* * * *
ÇOCUKLUĞUM GERİ GELSE…
Bu aralar daha da çok özlüyorum sanki… Bırakın beni çocukluğuma… Evimin hemen yanındaki şeftali ağacına tırmanıp şeftalileri toplamayı, tırmanırken bacağımı yaralamayı, kucağımda meyvelerle aşağıya atlamayı, sabah uyanınca sobadan çıkan çıtırtıyı, çaydanlığın fokurdayan sesini,rüzgarın dallara vurarak hışırdamasını özlüyorum.
Annemin sıkı sıkı saçlarımı örüp beyaz yakalı siyah önlüğümü giymeyi, Niyazi Amcamın servisini beklemeyi, onun baba şefkati ile bizi okula bırakışını ya da Koreli Mehmet Amcamın, Kazım Amcamın okul günlerimi özlüyorum, arkadaşlarımı, serviste kucak kucağa oturup en önde yer kapma çabalarımızı özlüyorum. Kimi zaman kavgalarımızı, çoğu zaman şen kahkahalarımızı, mendirekte tıpkı Meral’imle çektirdiğim fotoğraf gibi şen kahkahalar atmayı, defalarca, ama defalarca kendimi suya bırakmayı, dondurmacı amcamdan aldığım dondurmayı yüzüme-gözüme bulaştıra bulaştıra yemeyi, Ekonomacı Cemal Amcam teneke kutulardan gofret versin yine bana, ya da kağıda sıraladığı yumurtaları kırmadan eve götürmeyi, sırf “mutlu olalım” diye kocaman kavanozlardan ağzımıza verdiği akide şekerlerini özlüyorum… Mabel sakızı almadan ekonomadan çıkmayışımı, yolda kesekağıdında yazılanları okuya okuya evin yolunu tutuşumu özlüyorum.Geceleri babamın sımsıcak koynunda uyumayı, sabahları onun öpücükleri ile uyanmayı özledim. Ben çok mu şey özlüyorum?
Kağıttan bebeklerimi özlüyorum, saatlerce oynadığım, ilgi çekmek için yalandan ağladığım, babam, saçımı okşasın, “Ne olmuş kızıma?”desin diye beklediğim günleri özlüyorum. Vardiyalı çalışıp gece geldiği, onu beklediğim günlerimi özlüyorum, babama deli gibi düşkün olduğum,“onsuz yaşam olmaz” sandığım günleri, o işe gidince ceketini koklayarak uyuduğum günlerimi, karne günlerimi özlüyorum... Karnemde kırık olduğu zaman sığınağım olan gömme dolaba gömülüp orada babamı beklerken uyuduğum günleri özlüyorum… Babamın, “Neredeymiş benim kızım, yinemi saklanmış?” deyip tam gömme dolabın dibinde konuştuğu, ayaklarını seyrettiğim günlerimi özlüyorum.
Annemin, “Kızım uslu uslu oyna, yaramazlık yapma” deyip de sokağa yolladığı, ama benim her tarafım kirli-paslı, dizlerim yara içinde, yaralarımdan değil de, “anneme nasıl hesap veririm?”diye korktuğum günleri özlüyorum... Dikiş makinasının arasında parmağımı sakatlayıp elimi havlu ile sarıp acı içinde annemi camın kenarında bekleyişimi özlüyorum… 
* * * *
Belkide yolda seksek oynamayı, ip atlamayı özlüyorum, erkek çocuklar ile maç oynamayı, mahallemi, anılarımı, arkadaşlarımı, oyun oynarken zamanın nasıl da çabuk geçtiğini “bir daha dışarı çıkamayacağız” diye sallana sallana oyun oynadığımız günleri, kimi zaman altımıza kaçırdığımız, yinede delicesine sokaklarda oyun peşinde koştuğumuz günleri, hatta kömürlükten, kömür kovalarını taşımayı, sonra özenle bunu sobaya yerleştirip her seferinde bir film izler gibi sobanın alev almasını beklemeyi, etrafına dizilip ısınmayı, üstüne asılan çamaşırları özlüyorum…
Özlüyorum, annemin çamaşır günlerini, “bugün benim çamaşır günüm” deyip merdaneli çamaşır makinasının nazlı nazlı dönmesini, kurutmak için hepimizin bir kenara kaçtığı o günleri… Çamaşırı sıkmak için yerleştir merdaneye, diğer taraftan al, ne kadar zor gelirdi… Hepimizin ödevi olurdu mutlaka, evimizin mis gibi Hacı Şakir sabunu koktuğu, arapsabunu koktuğu günleri özlüyorum…
“Aman ses olmasın” diye nefes bile almadan babamın radyoya odaklanıp dinlediği haberleri, haber saatlerini bile çok özler oldum şimdi. Kimi zaman radyodan çıkan nağmeleri, o zamanın şarkılarını… Alpay’dan “Fabrika Kızı”, Neşe Karaböcek’ten“Artık Sevmeyeceğim”, Ajda Pekkan’dan “Sensiz Yıllarda”, Tanju Okan’dan “Kadınım”şarkılarını hayallere dalarak dinlemeyi,plaktan çıkan, babamın bir kadeh yudumlayıp “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine”şarkısını mırıldanmasını… Akşamları babamın kahvehaneden geliş saatini beklemeyi ne kadar çok özledim… 
Özlenecek ne çok şeyim varmış meğer… O gün için önemli saymadığımız şeyler nasıl da değerliymiş aslında… Yazlık yada kışlık sinemadan gözlerim şişmiş ağlamaktan bir perdeden bize yansıyanlara ağlayacak kadar da masum çocuklarmışız, onlarla gülüp, onlarla ağlayan, kimi zaman Türkan Şoray gibi alımlı, Hülya Koçyiğit gibi masum, Fatma Girik gibi erkek Fatma olduğum günlerimi, kendimi o film karesinin içinde görüp yaşadığım günlerimi özledim…
Hepimizin mutlaka Sümerbank ayakkabıları olurdu, siyah, markasız, genelde aynı model, bunu bile özlediğimi fark ettim şimdilerde…
Akşamları üç-dört çeşit yemek olan günlerimi özlüyorum, komşular birbirine ikramda bulunurdu, çıkarsız, umarsız…
Günde bilmem kaç kere önümden geçen kara treni, kara trenin sesini, düdüğünü bile özlüyorum. Vagonları sayışımı hatırlıyorum, her seferinde önümden hızla geçerken…
Özenle hazırlanan eski bayramları, bayram sabahlarını, sabah 08.00 oldu mu hepimizin mum gibi giyinip, babamın camiden gelişini, bunu heyecanla beklediğimi… Eee nede olsa “bayram harçlığı”diye bir şey vardı, kapacaktık azda olsa…
Şimdiki gibi değil, dört mevsimi ayrı ayrı yaşadığımız o günleri, meyveleri ağacından, sebzeleri topraktan toplayıp yediğimiz günleri,“karpuz çıksa da, erikler olsa da yesek” diye beklediğimiz o günleri özledim…
Eski Ramazanları özlüyorum, gece kapımızda çalan davulun sesini, heyecanla sahura kalkıp annem ve babamın kucağında yemek yediğim günlerimi özlüyorum…
Arkadaş, kardeş olanlar ile “ömür boyu ayrılmayacağız” diye verdiğimiz sözleri, ellerimizi üst üste koyarak ettiğimiz izci yeminlerimizi, parmaklarımızı kanatmadan kan kardeş olduğumuz günleri özledim…
Annemin pirinç karyolasını, aslan figürlü gardolabını, “ne zaman açacak?”diye merakla beklediğim sandığını, evde üç kardeş yastık kavgamızı, kuş tüylerinin havada uçuştuğu günleri özledim…
* * * *
Ağabeyimin beni sinemaya yollamamak için “ders çalıştıracağım”dediği günleri... Bir türlü Mondros mütarekesini ezberleyemediğim, ağabeyimin benimle dalga geçtiği o günleri… Sabah 05.00’de kalkıp duvara ders anlattığım günlerimi bile özlüyorum… Eteğime yazıp, bakamadan kendimi ele verdiğim, kıpkırmızı olduğum, ilk ve son kopya çektiğim günü bile özlüyorum...
Hokka idi sanırım, bununla öğrenmedik mi el yazısı yazmayı, dolma kalemlere hokkaya mürekkep koymak için ellerimizin masmavi olduğu günler nasıl unutulur? Cengiz Öğretmenimin ellerinden saygı ile öpüyorum. Cihan Hocamın da, hayatta olmayan öğretmenlerime Tanrımdan rahmet diliyorum…
Mis kokan menekşelerin, sümbüllerin arasında koşmayı özlüyorum, ortancaların arasında yürümeyi, Işıkveren’imi özlüyorum…
* * * *
Gökyüzü gibidir çocukluk, nereye gitseniz sizinle gelir ya da gölgeniz gibidir, siz büyüdükçe gölgeler de büyür, tıpkı geçmişteki anılarımız gibi…Büyüdükçe benimle geleceğini yıllar sonra anılarımın bu kadar da birikeceğini bilemezdim elbette. En acı olanı ise,patlayan balonlar misali elimdeki balon kümesinin günden güne azalacağını bilemeden neden o zaman bu kadarda büyümek istediğimi anlayamıyorum. Her yıl bir yaprak daha düşüyor sayfalarımdan, balonlarım eksiliyor, üzüntüm onları bir daha hiç görememek… Saklambaç oynayan çocuklar misali, saklansam bir köşeye, oradan hiç çıkmasam, birileri bana çocukluğumu geri verse… Saçları sıkıca örülü kırmızı etekli o küçük kızı özlüyorum…
* * * *
SİYAH-BEYAZ GÜNLERİMİZ…
Sokaklarımız oyun yeriydi, kimse “hadi evinize, neden oynuyorsun?” demezdi, o zamanlar.
Kokulu hatıra defterlerimiz vardı. Bir de kokulu kalemlerimiz, silgilerimiz... Anılarımızı yazardık, allı-güllü not defterlerimize, sevdiğimiz arkadaşımıza, kimi zaman sevdiklerimize... Sokaklar evimiz, komşular ailemizdi...Leğenler çamaşır makinamız, rendelenmiş sabun deterjanımızdı.Çarşıya inmek en büyük zevkimizdi o zamanlar... Kordonboyunda yürümek, apartman topuklu ayakkabılarımız, İspanyol paça pantolonlarımızla, salına salına yürürdük, Zonguldak kordonboyunda…
Yağ satardık, bal satardık oyunlarımızda, ama kimseyi satmazdık…
Sınırlı günlerde tavuk alınırdı evimize, hakiki katkısız köy tavukları yerdik o zamanlar, sonralades tutardık “Ladesim lades olsunmu? Olsun. Tutmayan gavur olsunmu?” diye…
Pul koleksiyonu yapardık o zamanlarda... Delicesine toplamaya çalışırdık. Ya da rengarenk kartpostallardan koleksiyon yapardık. Sonraları peçeteler ilave oldu rengarenk, keşke saklasaymışım toparladıklarımı, kıymetini bilememişiz, tıpkı yaşadığımız yılların kıymetini bilemediğimiz gibi…
Eskiden müzik dinlemenin keyfide bir başkaydı. Kasetçalarlarımız vardı. Kasetlerimizi, teybe koyardık, kaset sarardı, hadi çıkart, düzelt, arasına kalem koyar, sarardık özenle, tekrar dinleyebilmek için…
Bakkaldan aldığımız balonlarımız vardı. Patlasa bile ucunda az bir yer varsa, şişirmeye çalışırdık, büyük bir gayretle…
Tavşanlı amcalarımız gelirdi el arabası ile şans-niyet çekerdik, hayallere dalardık “olsun” diye, belki de biran önce büyümeyi hayal ederdik. Şimdi o günlere dönmeyi hayal edeceğimizi bilmeden...
* * * *
Babalarımız için konfeksiyon mu vardı? Genelde lacivert, siyah yada gri kumaşlar alınır, erkekterziye gidilir, takım elbiseler dikilirdi. Ne kadarda değerliydi o elbiseler…
Üstünde dantel olan televizyonlarımız vardı bizim, olmazsa olmaz geyikli duvar halılarımız, her bir koltuğa özenle yerleştirdiğimiz dantellerimiz vardı, şimdilerde “moda” diye tembelliğin yeni adı, neredeyse yerlerde halı bile yok… Sanki taşınıyormuş havası olan evler aldı yerlerini...
Aklıma geldi, bir de su tabancalarımız vardı, nasılda özenle ıslatırdık birbirimizi, sırılsıklam eve dönerdik. Tek derdimiz akşam hava kararmadan eve dönmekti. Cep telefonlarımız mı vardı? Hayır, ama büyüklerimiz merak etmezdi, şimdiki gibi değildi o zamanlar, çocuklarımızın ellerinde telefon yinede endişeliyiz.
Evlerin önüne itina ile örtüler serilir, piknik yapılır, evcilik oynanırdı… Ekmek alınca artan para üstünden aldığımız Tipitip sakızlarımız vardı, elimize doldururduk sakızları…
Dört çocuk bir şişeden su, limonata içiyorduk. Suyu ya çeşmeden ya da hortumdan kana kana içerdik, ölmedik de, zehirlenmedik de… Şimdi neredeyse “steril” diye diye çocuklarımızın vücudunda mikrop da ve bunlara bağışıklık da yok, neden acaba!!!Ekmek yerken sokaklarda yada şekerli tatlılar, neden kilo almadık? Eritiyorduk yediklerimizi, hiç diyet yaptığımızı hatırlamam, şimdi hayatımız diyet…
Kimi arkadaşlarımız okul hayatında çok başarılıydı, kimimiz daha az, bunu hiç dert etmezdik. Dershane nedir bilmezdik, at yarışı gibi koşturmadık, psikologlara da gitmedik, neticede hepimiz bir yerlere geldik. Gel de çocukluğuna dönmeyi isteme…
Sayı boncuğu, abaküslerimizi unutmak ne mümkün… Ya Ayşegülserilerini… “Ayşegül Tatilde”, “Ayşegül Okulda”bunun gibi bir kamyon kitaplar… 
Dizlerimiz yara oluncaya kadar oynadığımız oyunlar, kabuk tutan yaralarımız,kaldırır, yine devam ederdik oyuna… . Olmayan hayal ürünü öcülerden korkardık,şimdiki iki ayaklı canlı öcüleri nerden bilebilirdik?
Sayılı arkadaşımızda olan bisikletlerimiz vardı, kimi zaman tekerleğine plastik sıkıştırıp motor sesi çıkarırdık. Salonumuzun halısı üzerinde sehpaları ters çevirir, araba yapar, iterdik, bir Anadol’da olduğumuzu hayal ederek…
Lahmacuncu amcalar vardı, çocukların hayallerini satan amcalar vardı, leblebi tozu, torpil, su tabancası, susamlı-ballı pestil gibi ne ararsan vardı. O amcayı görür görmez başına toplanırdık.Bozuk paramız neye yeter ise, alırdık günlük hayalimizi, annem çok kızardı,"Alma şu pis şeyleri" diye, oysa bugün yediklerimiz çok mu temiz? Sonra seyyar satıcılardan içerdik bayram günleri şerbeti-limonatayı kana kana ya seyyar satıcılardan aldığımız horoz şekerlerini unutmak ne mümkün… Evlerimizde kocaman şeker kovaları vardı başköşelerde, Vita yağıyla yapılan yemekler bir karış yağ tutardı, dakikalarca kaynatmak gerekirdi yemek için, ama yinede ölmedik…
* * * *
Pilli el fenerlerimiz vardı, birde başucumuzda gaz lambalarımız… Mutlaka bir kitabımız olurdu. “Kerime Nadir” okurduk mutlaka, o zamanın hikaye kitapları kalmış zihnimde “Kemalettin Tuğcu” romanları, “Cin Ali’nin Karagözlü Kuzusu”, “Kaşağı”, “Yavrucuk”, “Orhan Kemal”den“Ekmek Kavgası”, “Maksim Gorki”den“Ana”, daha ne kitaplar, ne romanlar okuduk kim bilir… Kitap çok değerliydi, okunmak için alınır, kütüphanenin tozlu raflarında bırakılmazdı, hepimizin mutlaka bir başucu kitabı vardı,kitaplar yetmez, elden ele dolaşır, yine, yeniden okurduk, tekrar tekrar…
Yatak baş ucumuzda su dolu sürahilerimiz olurdu, sağlığımız için gerekli her tedbir aslında alınmıştı o yıllarda, kağıttan tuzluk yapardık, hani elimizle hareket ettirdiğimiz, dilekler yazdığımız, elimizde kukla gibi açtığımız…
Patatesten baskılar yapardık okul zamanı… Bir de sevdiklerimize mektuplar yazardık, “nasılsın, iyimisin?” diye başlayan, “büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim” diye biten… Telgraf da kısa vadeli iletişim araçlarından biriydi o zamanlar, unuttuk bizler bütün bunları… Teknolojiye yenilen koklayarak haberleşme gereçlerini…
Büyüdüğüm mahalle Işıkveren’de yürürken, yeşilin çeşitli tonları bizlere eşlik ederdi, mis kokulu sümbüller, ortancalar, mor menekşeler arasında ciğerlerimize çekerdik bu mis gibi kokuları, kimi zaman yemek kokusu ile karışır olsa da…
Mutfak raflarına dizili tabaklarımız, bardaklarımız vardı, özenle saklardık, her birinin kıymetini bilirdik... Google amcamız yoktu ya o zamanlar, komşu teyzelerde ansiklopedilerimiz vardı. Gece yarısı da olsa onlara gider, saatlerce yaz babam yaz yapardık, hatırladınız mı sizde?
Yerleri çalı süpürgesi ile süpürürdük, sonra gırgır çıkmıştı, hatırladınız mı? Aman Allah’ım nasılda lükstü bizlere nede olsa bir gırgırımız vardı, işi bitince özenle köşeye konulurdu…
Bakırdan hamam taslarımız, ibriklerimiz, sahanlarımız vardı. Yılda bir kere bakırcılar gelirdi, özenle kalaylatırdık, üç-beş parça neyimiz varsa…
Pasolarımız vardı. Kapuz’a denize girmek için de giriş kartı çıkartılırdı. Zonguldak Deniz Kulübü unutulur mu? En şık kıyafetler ile gidilir, gidemediğimiz zaman imrenerek bakınırdık.
Zeiss marka fotoğraf makinalarımız vardı, paylaştığımız çoğu fotoğraflar bu makinalardan çıkma sanıyorum.
1970’lerin olmazsa olmazları, Talk çocuk pudrası, ama ille de bu olacak Öküzbaş, Çivit, Vita yağ, Arko krem, Tursil, arapsabunu…
Kara trenlerimiz, bizleri hayallerimizi taşıyan… Güven Turizm, hatırladığım şehirlerarası otobüs şirketi…
Okul sıralarında annelerimizin diktiği, her hafta bir velinin yıkadığı pembe kareli, mavi kareli örtüler hatırlanmaz mı hiç…
Her yıl kış başlarken soba boruları ile saatlerce uğraş veren büyüklerimiz, bizlerin elinde bir boru, annelerimizin tam ayaklarının dibinde popomuza bir şaplak yeriz,“ortada dolaşma” diye… Borular nereye gelecek, bulmaca gibi, ama sonuç mükemmel, karşısına geçip hep birlikte izleriz,“oh be, sonuç mükemmel oldu” diye, sanki bir tablo yapmışız gibi, ona monte edilen çamaşır kurutma askılarımız, yazık şimdiki nesil asla bilemeyecek ve göremeyecek…
Facitler vardı. Ya da Remington marka daktilolar, onlarla öğrenmedik mi on parmak daktilo yazmayı…
Özgürlüğümüz, görevlerimiz, sorumluluklarımız, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz vardı ve bizler büyüyorduk. 
* * * *
YİNE ÇOCUKLUĞUM GELDİ AKLIMA,BOMBALARLA, TERÖRLE YAŞAMAYA BAŞLADIĞIMIZ BU GÜNLERDE…
Şimdi çok korkuyorum ben...O zamanlar korkmazdım hiç, yorganın altına girdim mi?Eskiden yorganlar tahta gibi sertti, ama hiç ağır gelmezdi nedense...Tüm korkularımı unuturdum...Çünkü bilirdim, canım babam korkularımı unutturacak, beni kolları ile sarıp sarmalayacak...Ne tasa, ne gam günleri geliyor aklıma...Sokağın bir başından öbür başına kadardı, o zamanlar özgürlüğüm...Yetiyordu yine de, hayatım, hayallerim o sokakla sınırlanmıştı...Fazlasına da gerek yoktu zaten...Bütün oyunları oynayabiliyorduk...Sanki sokaklar bize göre düzenlenmişti, özgürdük...Vızır vızır geçen arabalar yoktu...Sadece sabah gelen sütçü amcanın sesini duyardık... Ya da tek-tük geçen seyyar satıcıların sesini...Veya annelerimizin sohbet seslerini...Bahçelerimizde ağaçtan ağaca kurulmuş derme-çatma salıncaklarımız vardı bizim...Kavga etmeden sıramızı beklerdik...Bir de babalarımızın yaptığı el emeği uçurtmalarımız...En çok bu zamanlarda mutlu olurdum... Hayaller kurardım, küçücük dünyamda...Kendimi kocaman bir genç kız görürdüm… Saçlarını savuran, özgür, alabildiğine mutlu...Hiç düşünmezdim bile bir gün büyüklerimin ahirete gideceğini...Bilmezdim ki, o zamanlar “ölüm” ne demek...
Ağaçlara tırmanır, meyve toplardık...“Eşit olsun”diye tek tek sayar, paylaşırdık... Sonbaharda yere dökülen yaprakları toplar... Evler yapardık kendimize, kocaman odaları olan...Küçücük gül yapraklarını tırnaklarımıza yapıştırır, oje yapardık...Annelerimizin diktiği elbiselerin kalan kumaşlarını almak için yalvarırdık... Allı-pullu olanları alır, bebeklerimize elbiseler dikerdik...En çok da sapsarı saçlı, mavi gözlü bebekleri severdik nedense...Bir bebeğim vardı ki, nasıl da bakardım, “kolu-bacağı kırılıp kaybolmasın” diye...
Evcilik oynardık, nedense hepimiz ya doktor olurdu ya da öğretmen... Anne olmak için kavga ederdik kimi zaman... Hepimiz anne-babamız gibi evlenecektik, boy boy çocuklarımız olacaktı...Anne olmak ne güzel bir duyguydu... Çocukta olsak, o an için büyümüştük ya... Birde minnoş bir kedim vardı, hiç kucağımdan indirmediğim... Bütün ailenin gözbebeği minnoşum...
* * * *
Bahar geldi mi rengarenk çiçeklerin içinde oynardık...Her eve gidişimizde elimizde çiçek olurdu, annelerimize verecek... Dostluk-arkadaşlık, o zamanlar kazınmıştı beynimize...Yıllar sürecek birbirimizi kırmadan üzmeden... Hep artan, ama hiç eksilmeyen...Günlük değil de, ömürlük süren... Çocuktuk işte, masumduk...Tek derdimiz, oyun oynamak, biraz daha büyümekti...Kendi küçük,hayalimizde kocaman dünyamızda, kendi kabuğumuz da...Büyümeye çalışıyorduk... Ne yağ kuyrukları, ne büyüklerimizin konuştuğu siyaset...Ne kısıtlı özgürlük, kimimiz için zenginlik, kimimize göre fakirlik...Bütün bunlar hiç umurumuzda değildi...Biz çocuktuk çünkü, eşittik kendi dünyamızda özgürdük...Şimdi yine giriyorum tahta gibi olmayan yumuşacık yorgan altına, kapatıyorum...Sonuna kadar, ama nefes alamıyorum, yinede korkuyorum...Beni sarıp sarmalayacak babam da yok artık...Sarıldığım yorganın da faydası yok...Ne yazık ki, o günler de yok artık...Diyorum ki: Kalk Hülya, hayatla mücadeleye devam...Karamsar olmak istemiyorum... Yaşadığım her anı, acısı-tatlısı, doğrusu-yanlışı ile seviyorum...Hayatın bize sunduklarını yaşayarak, öğrenerek geçiriyoruz bir şekilde...Amaaa çocukluğumuzda bir başka...
Şimdi bunları okuyan çocuklar, belki de çok sıkıcı bulacaklar, ama bizler mutluyduk, mutlu büyüdük. Kişiliğimiz bu şartlar içinde gelişti, bu benim hayatım, benim hayallerim, benim özlemlerim, geri gelmeyeceğini biliyorum, ama bunlarla büyüdüğüm için çok, ama çok mutluyum…
Sevgilerimle…
Hülya Küçükhas
Zonguldak Nostalji

Editör: TE Bilisim