Eskiden kitaplarda okuduklarım gördüklerimi anımsatırdı. Şimdilerde gördüklerim kitaplarda okuduklarımı anımsatıyor. Her şey tersine döndü. Dinlerken uzaklara gitmeyi hayal ettiğim şarkılar, şimdi uzaklardan beni büyüten şehrin kıyılarına savuruyor.
Kapatılan belediye sinemasına duyduğum özlem, geçmiyor. Önünden hala her geçişimde, yaş sınırı sebebiyle salonda izleyemediğim Yeşil Yol filmini hatırlarım. Yoğun istek üzerine, tekrar tekrar gelen Masumiyet’in filmi. Evet, tek bir kelimeyle anlatacak olsam, bu kesinlikle Masumiyet olur. Yalnız burada da işler tersine döndü. Artık Yeşil Yol bana şehrimi anımsatır oldu. Masumiyetini yitiren şehrimi.
Yirmili yaşlarımın son demlerini yaşadığım şu günlerde, ne çok isterdim, belediye sinemasında Yeşil Yol filmini yeniden izlemeyi..

Yeşil Yol’da idam sandalyesinde yaşamına son verdiğimiz Masumiyet, aslında birçok anlamda etik unsurun çöküşünün bizlere hatırlatması. Artık ahlaki olan, masum olan, gerçek olan her şey sinizmin gölgesinde. Çağdaş yaşamın dinamik yapısı bu gölgeyi korumakta ve bizleri gittikçe duyarsızlaştıran, ‘örtbas etme’ yeteneği gelişmiş bireyler haline getirmekte. Ben masumiyeti yitirişimizin temelini burada görüyorum. Neyi ekersen onu biçersin. Toplum olarak ektiklerimizi biçiyoruz.
Toplum dediğimiz alan; tanıdığımız, tanındığımız bir yerdir. Böyle bir alan içerisinde, insanların birbirini aldatması ve kandırması dolayısıyla daha zordur. Günümüz hareketliliği içerisinde bu dirsek temasını yitirerek, toplumsal etik unsurları da yerle yeksan ediyoruz. Gündelik iletişimin cam ekranların arkasında hayat bulduğu yapay bir toplumu kendi ellerimizle kurduğumuzu kabul edemiyor, bunun yanında kendi irademizle yaşattığımızı, güçlendirdiğimizi de fark edemiyoruz. Çünkü; bize ait gibi görünen -ama aslında olmayan- bu anonim yaşam, yitirdiklerimize dair hissetmemiz gereken suçluluk duygusundan da bizi anında azat ediyor.

Varlığı artık toplumsal olmayan, Baudrillard’nın ifadesiyle, istatistiksel olan ‘sessiz yığınlar’simülasyonunda yaşamımızı güdüyoruz. Temsil edilemeyen, ses vermeyen, düşünceleri yansıtılamayan ama ne düşündükleri konusunda testler yapılan kara birer maden kütlesi, toplumsallaşmanın simülasyonu, sessiz bir yığın.. Sadece kendi adına konuşulmasını yasaklayan bir sessizlik. Meseleyi Baudrillard’ya getirmemin nedeni ise, aslında bu yığının konuşmayan bir sessizlik olmaması, birer silah görevi bilinci içinde olduğudur. Bütün bu eleştirdiğimiz düzen saçmalıklarının en etkili silahı haline gelişimiz, Yeşil Yol’u pek de anlamayışımızı düşündürüyor bana. İçinde sürüklendiğimiz sosyal medya saçmalıkları içerisinde, silah görevi bilincini kaybetmeden ‘gerçek’ dünyayı [toplumu] yitirmeye devam ediyoruz. Hayatın bir yerinden tutup öç almak isterken, aslında bu sessiz düzenin ‘silahlarıyla’ öç aldığını da fark edemiyoruz.

Bizler örtbas ederken Masumiyete dair kalanları yok etme düşüncesi sessiz sedasız yine içimizde büyüyor. Bu bir yadsıma ve bugün bu yadsımalarla artık her yerde karşılaşıyoruz. Yok edip yadsıdığımız bir oyun bu. Belki cazibesine kapılıp gidiyoruz, belki de psikolojik bir rahatlamayla kazandığımızı sanıyoruz. Kim bilebilir ki? Yasalar koyup korumayı-korunmayı hedefliyor, bir yandan da bu yasalarla Masumiyet’i idam ediyoruz.
Joan Coffey’i ölüm sandalyesine oturtarak yitirdik biz Masumiyet’i. Ve kapısına kilit vurduğumuz Belediye Sineması’yla..

Artık karanlıklarda birbirimizi bulabileceğimiz bir Joan Coffey yaşamıyor. ‘Kahve gibi ama yazılışı farklı’..kendini ifade etmenin yalınlığı, mütevazılığı da kalmadı artık. İki küçük masum kızın birbirlerine olan sevgileriyle öldürülmesi, Masumiyet’in Yeşil Yol’u oldu.
Bu hikayeyle yıllar sonra Masumiyet’i nasıl kaybettiğimizi hatırlamaya devam edeceğiz, tıpkı Paul Edgecomb gibi.Ve farkına varacağız her birimizin Yeşil Yol’da kendi hızımızla ilerleyişimizi, tıpkı Paul Edgecomb gibi. İçinde yaşadığımız hayatın kötülükler ve acılarla dolu olduğunu anımsayacağız. Ve bu acılardan sıyrılmanın da bir acı gerektirdiğini, tıpkı Eduard ‘Del’ Delacroix’nun hayatın acılarından sıyrıldığı gibi..
Hikaye bitmiyor. Çocukluğuna, ilk gençliğine dair anıların yıkılışı, insanı bütün bunları düşünmeye sürüklüyor. Yüreğinde bir parça çocukluk kalsın isteyenlerin eskiye dair tanıdık bir şeylere duyduğu ihtiyaç artık acı veriyor. Yolda koşarken düşen süt dişini attığı evin çatısının yerinde kalmaması gibi.. Bahçesinden çilekler, menekşeler topladığı deniz manzaralı okulunun artık yerinde olmaması gibi.. Saçları is kokan şehrin ‘beton yığını’ haline gelmesi gibi.. İnsanın çocukluğuna dair izleri silen bu kötülük karşısında bizi iyileştirecek güç olan Masumiyet’i yitirdik artık.
Hikaye bitmiyor ama farklı cümleler, farklı paragraflarla var olmaya devam edecek. Hep benzer şeylerden muzdarip olacak ama farklı zamanlarda, farklı cümlelerle devam edecek bu kederli hikayeler.

Bu akşam yine Belediye Sineması’nda Yeşil Yol’u izlediğimi hayal ettim…
Saçları is kokan şehir…

Aslı Karaarslan
Zonguldak Nostalji

Editör: TE Bilisim