Pijama, Terlik, Televizyon… 

PTT’nin açılımı, ilk akla gelen, bugün özelleştirme kapsamında darmadağın olmuş kurum, “Posta Telgraf Telefon” değil… Buradaki açılımı; 1970’lerde bir yılbaşı gecesi öncesi başlayan, sonra yaygın olarak kullandığımız bir espri:“Pijama, Terlik, Televizyon”…
Enflasyonla tanışmış, bolluktan yokluğa doğru gitmekte olan orta sınıfın akraba, eş ve dostun bir araya gelip yılbaşı yemekleri eşliğinde pijama ve terliklerin giyilip televizyon karşısında geçirilen eski yılbaşı gecelerinden doğmuş bir isim: PTT (Pijama, Terlik, Televizyon)…
70’lerin ikinci yarısında, yılbaşı gecesini evde tombala oynayıp televizyon seyrederek geçirmek zorunda kalışın bir nedeni…

TELEVİZYONLA TANIŞMA…
Radyonun yaygın olduğu yıllar, televizyonun gelmesiyle son buldu ve hayat derinden değişime uğradı. Ancak radyo, 90’ların ikinci yarısında yeniden doğdu.
Türkiye'de televizyon yayınları ilk kez İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından (ITU TV) 9 Temmuz 1952 günü başlatıldı. 1 Mayıs 1964 tarihli TRT Yasası'nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, Türkiye sınırları dahilinde TRT dışındaki kurumların radyo ve televizyon yayınları yapması yasaklandığından, “İTÜ TV”, 1970 yılında yayınına son verdi ve vericileri de 1971 yılında TRT'ye devredildi. TRT'nin ilk televizyon yayını, Ankara'nın Mithatpaşa Caddesi'ndeki iki binanın bodrum katında bulunan stüdyodan 31 Ocak 1968 günü siyah-beyaz olarak 19.30'da gerçekleşti. Bu tarihten sonra çok hızlı bir şekilde lokal vericiler ile Türkiye genelinde yaygınlaşmaya başladı…
Televizyon, hayatımıza ağır bir vaka olarak girdi. Şımarıktı, kaprisliydi ve çok çekiciydi. Hayatın ağır ritmi değişti, alışkanlıklar terk edildi. Yazın evlerin bahçeleri boş kaldı. Çay bahçelerinde oturup dondurma yiyenler azaldı. Kış gecelerine tat veren akşam oturmalarından vazgeçildi. İskambil kağıtları çekmecelerde unutuldu. Sinemalar kapandı, kızlar nakışlarını gündüz işler, babalar gazetelerini işyerinde okur oldular. Yeni yaşama biçimini, siyah-beyaz cam tüp belirler oldu… Gazete ve dergilerden tanıdığımız dış dünya, odamızın içine giren hareketli dünya durgunluğu hızla dağıttı. Gözlerimizi ondan alamıyorduk.
Önceleri haftada birkaç gün ve birkaç saat yayın yapıyordu. Çok az eve girmişti, günlük hayat birkaç saatten pek etkilenmiyordu. Orta halli aileler, bu merakın gelip-geçici olduğuna inanıyordu. Babalar, birkaç saat için bu pahalı eğlenceyi almayı istemiyorlardı. Ancak çocuklar öyle düşünmüyorlardı; komşuya çağrılmadan, haber vermeden gitmenin ayıp olduğu yıllarda, çocuklar çağrılmadıkları halde televizyonlu evlere gitmeye, başına oturup her şeyi unutmaya başladılar.
Haftada birkaç gün yayın yapılan dönemde, yayından dakikalar önce açılan televizyonun karşısına oturulup, karıncalı boş ekran seyredilir, netlik ayarı yapmaya yarayan düğmeler ayarlanır, evin dışına ve çatısına monte edilen kolay ayarlanabilir anten direkleri sık sık ziyaret edilirdi.
Televizyonun güç bela yayın yapabildiği emekleme döneminde şartlar ilkel, teknoloji yetersizdi. Ya stüdyonun elektrikleri kesilir, ya film kopar, ya gösterme cihazı bozulur ya da mahalli verici yayını keserdi. Favori arıza sabit görüntüsü,“Lütfen bekleyiniz”, “Alıcılarınızın ayarlarıyla oynamayınız” yazısı belirirdi. Elle yazılmış bir resmin altına iri harflerle “Lütfen bekleyiniz” notu yazılmıştı. Ama arıza sebebini hiçbir zaman bilemezdik. Açılışı ve kapanışında Anıtkabir’de çekilmiş bayrak töreni ve İstiklal Marşı’nı, yayın bitiminde “Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” yazısını da hatırlayalım…

TELEVİZYON ODASI…
Her ne kadar pahalı ve lüks olsa da çocukların babalara yaptıkları baskı ve annenin gizli desteği ile televizyon bir şekilde her eve girmeye başladı. Hayata heyecan katan bu aygıt, elbette başköşeye yerleştirilecekti. Televizyon giren her evde oturma düzeni değiştirildi, divanlar, sehpalar, koltuklar televizyon konumuna göre yeniden dizayn edildi. O yıllar; her odaya bir televizyon düştüğü yıllar değildi, bir taneydi, üstelik tek kanallıydı, düzen ona göre alınıyordu. Yeni eşyaların üretilmesine sebep oldu. Televizyon sehpası en başı çeken aksesuarlardan sadece biriydi. Yıllarca tekerlekli standart sehpalar kullanıldı. Zamanla formikadan yapılmış kapaklı dolaplar yerini aldı. Dolabın raflarına dantel örtü serilir, üzerine resim çerçevesi, biblo, bebek, vazo gibi şeyler yerleştirilirdi. Televizyon sehpasının veya dolabının alt bölümünde özel bir yer tasarlanmıştı:“Regülatör”…Regülatörsüz bir televizyon düşünülemez!!! Ya mazallah voltaj aniden düşerse? Televizyon bozulup birkaç gün seyredemezsek? Bu nazik aleti korumak için en alt bölüme regülatör koymak gelenek olmuştu…
Eşyaların uzun süre kullanıldığı, kıymetli olduğu zamanlardı, evin en değerli eşyası üzerine büyük, dantel örtü örtülerek korunduğu yetmezmiş gibi, kapaklı dolapta tozdan ve tehlikeden uzak tutulma çabaları sergilenirdi. Genellikle önüne mavi renkli bir cam koyulur, televizyon bu mavi camın ardından seyredilirdi. Mavi cam, görüntüyü biraz bulanıklaştırsa bile, hiçbir faydası olmayan bu düzenek verdiği renk duygusu ile insanları mutlu ederdi. Her şeyin en büyüğünü seven Türk insanı; evin, odanın, eşyanın olduğu gibi televizyonunda en büyüğünü isterdi. 61 ekran televizyon almak, her baba yiğidin işi değildi…
Tek kanallı hayatta ekranın köşesine logo koyulmasına gerek yoktu. Ancak bandrol mecburiyeti gelince, görünmeyen bir yere takılması gereken pulu, cam ekranın köşesine yapıştıran yurdum insanları da vardı tabi… TRT logosunu ilk onlar sayesinde görmüş olduk…

TELEVİZYON VE KOMŞULUK...
Televizyonun her gün akşam 19.00’dan gece yarısına kadar yayın yapmaya başlaması, sosyal hayatın sonunu getirdi. Yaşama biçimi hızla ve epeyce derin bir şekilde değişti. En büyük ve tek eğlence televizyon oldu. Öyle bir eğlenceydi ki, sinemalar seyircisizlikten kapandı, tiyatrolar iflas etti. Televizyonu gereksiz, hatta zararlı bulan babaların inadı, çocuklarının ısrarı karşısında kırıldı, televizyon hızla evlere girmeye başladı. Ailelerin kendi içlerindeki hayatları değiştiği gibi, çevreleriyle ilişkileri de değişti. Ekran, bir mıknatıs gibi herkesi kendine çekiyordu. Hali vakti yerinde olup, komşularından, ahbaplarından önce televizyon almış olan aileler; bu yeniliğin öncüsü olmanın gururunu yaşadılarsa da, evlerinde, ayaklarını uzatıp, rahatça televizyon seyredemediler. Çünkü televizyonla birlikte gece gezmelerinin, akşam oturmalarının niteliği hızla değişti.
Televizyondan önce aileler arasında nazik ziyaretler yapılırdı. Kadın-erkek bir arada oturulur, hal-hatır sorulur, sohbet edilir, çaylar içilip meyve yenir, hatta iskambil oynanır; herkes ortak bir alemin parçası olurken; bu ziyaretler, televizyon seyretme seanslarına dönüştü. Bu toplumun geleneksel terbiyesine göre misafiri kabul etmemek, ikramda kusur etmek, surat asmak, misafirin varlığından duyulan rahatsızlığı belli etmek; toplumsal hayattan tümüyle soyutlanmayı gerektirecek kadar büyük ayıplardan sayıldığı için, yenilikte öncü aileler her gece evlerine dolan misafirleri ağırlamaktan yorgun düştükleri gibi, gönüllerine göre televizyon da seyredemediler.
Televizyonu olmayan ailelerin içinde kavga eksik olmuyordu. Çocuklar “televizyon alınsın” diye tutturdular, anneler onları gizlice ve ustaca desteklediler. “Bir gün üzerine bir ev kondururum da, başımızı sokacak bir evimiz olur” diye düşünerek, arsa alıp borca girmiş babalar "hayır!" dedikçe, çocuklar surat astılar, anneler sırtlarını dönüp yattılar, evlerde kavga havası esmeye başladı. Çoğu baba, bu ısrar karşısında yenik düştü, elinde kalem-kağıt hesaba-kitaba oturdu; taksitli satışlar imdada yetişti de, bir televizyon alınabildi…

TELEVİZYON VE MARKALAR…
Televizyon ekran boyutu hemen hemen her evde aynı iken, marka konusu biraz rekabet gerektiriyordu. Alman patentli bir televizyon markası olan “ITT SchaubLorenz”in televizyonda yayınlanan reklamı o yıllarda moda olmuştu. Reklamda, bir aile babası kolları ahşap bir koltukta oturuyor, “Benim televizyonum” diyor, sonra orta parmağının orta boğumunu koltuğun koluna üç kere “tık tık tık” diye vuruyor ve ekliyordu; “iyidir”. Sonra da telaffuzu ile “Ay-ti-ti şaplorenz” diyordu… Sonra futbolcunun biri çıktı,“Saba iyi televizyon” dedi, o da moda oldu.
Yine bir Alman markası “Blaupunkt”da ilgi görmüş, piyasaya reklam kampanyası yaparak girmişti. Reklam filminde Blaupunkt’un Almancada “mavi nokta” demek olduğunu anlatıyordu. Ama ne yazık ki, televizyonlarımız siyah-beyazdı ve biz o mavi noktayı gri görüyorduk. “Grundig”, “Nordmende”, “Philips” ve “Saba” markaları bir yarış halindeydi, ev sahipleri futbol takımı gibi savunur ve şakalaşırlardı.
Artık evlerimizin sıradan bir eşyası haline gelen televizyonun siyah-beyaz olduğu yıllarda biçimi de bugünkünden farklıydı. Hantal bir kutu görünümündeydi, ayar düğmeleri genellikle sağ tarafında ve açıktaydı. Ses ve görüntü ayarlarının dışında, kanal düğmeleri de en fazla on iki taneydi. Zaten bir işlevleri de yoktu, çünkü kanal tek bir taneydi. Hepsini ayarlasanız, aynı görüntü çıkıyordu.

PROGRAMLAR VE DİZİLER…
70'li yıllarda seyrettiğimiz birçok televizyon kahramanını unutmak istesek de, unutamadık. Sinemadan çok farklıydılar. Her hafta düzenli olarak evimize giriyorlar ve yeni maceralarını taşıyorlardı. “Prime time, reyting, izlenme payı”filan gibi özel televizyonlarla birlikte tanıştığımız kavramlar yokken, TRT fena yayın da yapmıyordu doğrusu. Dizilerin yanı sıra, klasik edebiyat uyarlamaları, sinema tarihinin önemli filmleri televizyon yayıncılığında önemli bir yer tutuyordu. Ama yine de hafif ve eğlenceli olan dizi filmler, seyirciyi daha çok kendine çekiyordu. Klasik edebiyat uyarlamalarında ve nitelikli dizi filmlerde İngiliz egemenliği, aksiyon-macera ve komedi dizilerinde Amerikan egemenliği hemen kendini gösteriyordu. Bazı diziler ağlatan, bazıları güldüren cinstendi. Güldüren dizilere “sit-com” dendiğini bilmiyor, sadece gülüp geçiyorduk.
Amerikan dizileri hoştu, boştu, eğlendiriyordu. Ama dünya klasiklerinin televizyon uyarlamaları da en az Amerikan dizileri kadar ilgi görüyor ve Charles Dickens'in adını bile duymamış, eğitimsiz seyirci, “Büyük Umutlar”ı ilgiyle, merakla ve gözleri yaşararak seyrediyordu. Hele “Jack (Sefiller)” yayınlanırken gözler ağlamaktan kançanağına dönmüş, dizi filmle aynı adı taşıyan çocuğun hayatı yakından takip edilmişti. “David Copperfield”, “AnnaKarenina”, “Savaş ve Barış”, “Siyah Lale” ilgi görmüş klasik eserlerdi. BBC yapımı televizyon dizileri ise, kalitesiyle dikkat çekiyor, büyük seyirci topluyordu. “Aşağıdakiler-Yukarıdakiler”, “Kaptan Onedin”, “Dük Caddesi Düşesi” gibi diziler farklılıklarını hemen ortaya koymuşlardı.
Çocuklara sadece sabahın köründe yayınlanan şiddet yüklü çizgi filmler layık görülmüyor, televizyonun açılıştan haberlere kadar olan saat çocuk programları ile dolduruluyordu. “Bizim Sokak” formatı dışarıdan alınmış, ama yerli malı bir programdı. Her hafta bir harfin tanıtıldığı bu program, stüdyoda hazırlanmış bir sokak dekorunda geçiyor, sütçüden komşulara kadar birçok sakin sokağın günlük hayatını dramatize ederken, alfabenin harfleriyle ilişki kuruyorlardı.
Genç Levent Kırca ile genç Köksal Engür, Ali ile Veli'ydiler. “Oyun Treni”niyle her hafta bir şehre gidiyorlar ve çocuklara o şehrin özelliklerini anlatıyorlardı. "Bizler Ali-Veli makinist, bunlar vagonlarımız” diye başlayan hoş bir jenerik şarkısı vardı. Yabancı bir kukla programı olan “Pilli Bebek” çok etkileyiciydi. Tuhaf bir atmosferi vardı, kuklalar çok ağır hareket ediyorlardı. “Hababam Sınıfı” filmlerinin “Hafize Ana”sı Adile Naşit bir dönem çocuklara televizyonda masal anlattı. Masala başlarken çocuklara "kuzucuklarım" diyordu.
Program kesilip reklamlar yayınlanmazdı, şimdi ekranın neredeyse yarısını kaplayarak film seyretmenin tadını kaçıran bant reklamlar yoktu, zaten öyle alttan yazı geçirecek teknoloji söz konusu değildi. Ana haber bülteninden sonra, reklamların logosu çıkar ve arka arkaya bir yığın reklam, bazen aynı reklam birkaç kere, hatta üst üste yarım saate yakın yayınlanırdı. Reklamların ilk logolarından biri, içi bir yığın minik punto "reklamlar... reklamlar... reklamlar..." yazısıyla doldurulmuş ekran büyüklüğünde bir küçük “r” harfinden oluşuyordu. Bu logo çıkınca, anneler bulaşık yıkamaya gidiyorlar, babalar biraz reklamlara bakıp biraz gazete okuyorlardı. Oysa çocuklar reklamları çok seviyorlardı. İki reklam arasında televizyonda beyaz bir helezon çıkar, dönerdi. Bazen İstanbul Reklam Ajansı'nın logosu kısa bir süre görünüp kaybolurdu.
Televizyon hayatımıza girdikten sonra, eğlencenin adı “televizyon” olmuştu. Programlar hafta içi günlerde olduğu gibi saat on iki olmadan bitmez, Türk halkı, Cumartesi geceleri on ikiye kadar otururdu. Televizyon Cumartesi geceleri "taa on ikilere kadar" oturan seyirciyi eğlendirmeyi vazife bilmişti. Haberlerden sonra eğlence programları yayına girer, üstüne bir de yabancı film yayınlanır ve gece bazen "bire kadar" sarkardı. Cumartesi geceleri yayınlanan eğlence programlarının bir şablonu vardı. Bunun dışına çıkıldığı pek görülmemişti. Sunucusuz bir eğlence programı düşünülemezdi. Sunucu "bir Cumartesi gecesi daha sizlerle birlikteyiz..." türünden klişe bir cümleyle programı açar, ardından üç-beş kişilik bir dans grubunun gösterisi sunulurdu. Bu dans grubu, uzun yıllar boyunca “Tolgahan Dans Grubu”, sunucu da uzun süre “Cemile Kutgün” oldu. Dans grubunun üyeleri, bir örnek giyinirler ve müziğe uygun düşen birtakım senkronize hareketler yaparlardı.
Pazar günleri sabah kovboy sinema filmi ve konserden sonra, “Tele Spor” başlar, bu programlar esnasında, atletli babalar Spor Toto kuponlarını dizlerine koyarlar, birçok maça canlı bağlanılır, skor öğrenilir, maç aralarında skeçler yayınlanır, dönemin canlı yayın sunucularından Cenk Koray ve Güneş Tecelli espriler yaparlar, canlı yayında şarkı söylemek üzere gelmiş fazla ağır top olmayan şarkıcılarla sohbet ederler, küçük yarışmalar, “Pembe Panter” ve “Bay Meraklı” gibi çizgi filmlerle bir Pazar günü doldurulurdu.
Cenk Koray “Telekutu” adlı yarışma programıyla özdeşleşmişti. Stüdyoda, üzerinde numaralar bulunan üst üste yerleştirilmiş bir sürü küçük kutu vardı. Telefonla stüdyoya bağlanma teknolojisi olmadığı için, Cenk Koray stüdyodaki bir seyirciyi davet eder, bir numara seçmesini isterdi. Seyirci seçtiği numarayı söyler, Cenk Koray elindeki listeden o kutunun içinde ne olduğuna bakardı. Sonra seyirciyle pazarlık başlardı.
Televizyonda bilimkurgu ile esaslı bir örnek sayesinde tanıştık: “Uzay Yolu”. Uzay boşluğunda ağır ağır süzülen uzay gemisinin adı “Atılgan”, kaptanının adı “Kirk”tü. Kaptan Kirk, şimdiki dijital teknolojinin gülebileceği kadar ilkel, bir yığın şalteri, düğmesi, çevrilen kolu olan, büyük ekranlı bir kumanda masasında oturur, ikide bir köprüye çağırırdı. Kaptan Kirk, bu büyük ekrandan uzayı izler, Atılgan'ın hareketlerini takip eder, tehlike anında ekranda bazı noktalar yanıp sönmeye başlardı. Hep tanımlanamayan bir gök cismi yaklaşır, Atılgan'a çarpma tehlikesi yaşanır, uzayda kaybolunur, bilinmeyen bir gezegen keşfedilirdi. Dizinin Kaptan Kirk'ten daha fazla hatırlanan karakteri ise “Mister Spock”tı. Volkanlıydı. Kaşlarının dip uçları havaya kalkık ve kocaman kulaklarının kedi kulağını andırır gibi sivri olması sayesinde onun diğer insanlardan farklı, yani Volkanlı olduğunu anlıyorduk.
“Küçük Ev” ağlatan dizilerdendi. Çok ilgi görmüştü. Özellikle çocuklar ve kadınlar yoksul bir ailenin başlarından geçen olaylardan oluşan Küçük Ev'e bayılıyorlardı. Ailenin üyeleri birbirlerine çok bağlıydılar. Laura'nın ailesi için yaptığı fedakârlıklar her bölümde seyircilerin gözlerini ağlamaktan kan çanağına çevirirdi. Laura ve ailesi, Amerika'da küçük bir kasabada yaşıyorlardı. Dizinin kötü kızı, komşuları Nelly'ydi.
Küçük Ev her bölümde ağlatırken, “Tatlı Cadı” güldürürdü. Cumartesi günleri haberlerden önce yayınlanıyordu. Çizgi film olarak hazırlanmıştı, renkli halini hiçbir zaman göremediğimiz eğlenceli bir jeneriği ve jenerik müziği vardı. Tatlı ve zeki bir cadının "ölümlü" kocasıyla yaşadıkları maceraları konu ediniyordu. Tatlı Cadı, minik burnunu sevimlice iki yana oynatarak, istediğini yapabiliyordu.
Türk seyircisinin ilk tanıştığı polisiye dizilerden biri “Komiser Columbo (Kolombo)” oldu. Amerikan yapımıydı. Yoksullar arasında işlenen gerçekçi cinayetleri değil; zenginlerin dünyasında yaşayan zeki katilleri konu edinirdi. Komiser Columbo'yu diğer polisiye dizilerden ayıran bir özellik vardı. Katilin kim olduğu sorusu üzerine değil, Columbo'nun katili nasıl bulacağı sorusu üzerine kurulmuştu. Her bölümde önce işlenen cinayeti görür, katili tanırdık. Kamera bütün ayrıntıların ve ipuçlarının üzerinde durur ve seyirciye her birini adamakıllı gösterirdi.
Çoğunlukla esmer, balıketinde, geniş kalçalı Türk kadını tipine alışık olan Türk erkekleri, 2000 yılında çekilen sinema filmi de gösterime giren “Charlie'nin Melekleri” ile ince güzelliği keşfettiler. Dizinin başrolünde üç kadın oynuyordu. Biri esmer, biri kumral, biri sarışın... Biri zekiydi, biri iyi judo yapıyordu, öbürü de iyi nişancıydı. Özellikle dizinin sarışını olan Farah Fawcett, Türklerin güzellik anlayışını allak bullak etti. Kat kat kesilmiş dalgalı sarı saçları vardı. Çok güzel gülüyordu. Takip edilen polisiye filmler arasında tarihteki yerini aldı…
“Bazıları Sıcak Sever” filmindeki rolüyle tanışmışlığımızı pekiştirdiğimiz TonyCurtis'i ve “007 James Bond” filmleriyle iyice tanıdığımız RogerMoore'u, “Kaygısızlar” dizisinde seyretmiştik. Jenerikte siyah gözlüklü bir adam, üç tarafı denizlerle çevrili olduğu halde pek görmediğimiz bir spor, su kayağı yapıyor, bir başka adam da şahane bir deniz motorunu kullanıyordu. Bu dizide iki kaygısızın çevresi güzel ve yarı çıplak kadınlarla doluydu. Olaylar lüks otellerde, plajlarda, kumarhanelerde, tatlı hayatın yaşandığı mekanlarda geçiyordu.
Sokaklarda kimselerin kalmamasından anladığımız kadarıyla, Türkiye'de son bölümüyle tüm zamanların en yüksek reyting rekorunu kırmış olan dizi “Kaçak”tı. Karısını öldürmekle suçlanan bir doktor olan Richard Kimble ile peşindeki kötü polis yıllarca ekran başındaki seyirciyi soluksuz bıraktılar. Kaçak, adı üstünde umutsuzca kaçıyor, tam yakalanacakken bir yolunu buluyor, yine kaçıyordu.
Büyük aileleri, aile bireyleri arasındaki sürtüşmeleri, çıkar çatışmalarını, yasak aşkları konu alan dizilerin ilk örneği “Zengin ve Yoksul”du. Çok tutmuştu. Biri zengin, diğeri yoksul iki kardeş arasında gelişen dizinin en akılda kalan karakteri, yoksul kardeşin peşindeki Falconetti'ydi. Falconetti'nin kör olan bir gözü, siyah bir bantla kapalıydı.
“Görevimiz Tehlike” dizisi vardı. Bu özel ekibin başı, beyaz saçlı yaşlı kurt Jim'di. Her bölümde o güzel müzikle açılır sonra Jim, küçük kara bir kutu bulurdu, bu kutu,"Senin görevin Jim eğer kabul edersen..." diye konuşmaya başlar ve bu haftaki görevlerini anlatırdı. Sonra da 5 saniye içinde kendi kendini yok ederdi...
“Tatlı Sert” diğer polisiyelerin aksine, İngiliz yapımı bir diziydi. Tatlı Sert'in iki kahramanı vardı: Mister Steet ve MissPeell… Polisiye olduğu kadar, hafif bilimkurgu özellikler taşıyan Tatlı Sert'te ikili sağdan direksiyonlu, antika arabalar kullanırlar, EmmaPeell çok iyi dövüşürdü.

MUHAMMED ALİ VE TELEVİZYON…
Siz hiç sabah 04.00’da komşunuza, pijama ile misafirliğe gittiniz mi? Veya misafir ağırladınız mı? Biz gittik ve ağırladık…
70’li yıllar... O zamanlarda tüplü televizyon her evde yoktu. Televizyonu olanlara da çoğunlukla televizyon seyretmek için gidilirdi. Mahallenin çocukları dam anteninden kimin evinde televizyon varsa, o evin etrafında öbeklenir, sokağa bakan camından arada bir “karlanan”, çatı antenlerini sağa-sola çevrilmesi ile ekran netliği sağlanan siyah-beyaz televizyonu seyretmeye çalışırlardı. Televizyonun lüks sayıldığı, yokluğun ve yoksulluğun kol gezdiği zamanlardı…
Muhammed Ali, ne zaman boks unvan maçı yapacak olsa, o gün ringe çıkmadan genelde sabaha doğru saatler 04.00’a kurulur. Sabah oluncada televizyonu olan komşunun yolu tutulurdu, milletçe uykulu gözlerle, pijamalı TV karşısına geçer, heyecanla Muhammed Ali’nin unvan maçlarını seyrederdik. Gönüllerimiz Muhammed Ali’den yana tek yürek olurdu.

Alıntı: Yüksel Yıldırım

Yardımcı Kaynaklar:
Ayfer Tunç (Yazar)

Zonguldak Nostalji

Editör: TE Bilisim