Duygusal mı davransam mantıksal mı davransam diye hep ikilemde bıraktı beni bu yaşıma kadar. günümüz ne kadar önemliyse, geçmiş günümüzden daha önemli gelir bana ''Zonguldak'' denildiğinde.

Boğuk, karanlık, ruhsuz ve kirli değildi; çünkü başka şehir görmemiştim hiç. denizinin kumsalı kara, yollardaki çamuru kara, camlarının pervazları karaydı ama o karalıklar da damla damla bembeyaz kalpli insanlar yaşadı. bu şehirde çocuk olmak yeterdi... seni tanımazdı ama sana çikolata alırdı gülümseyerek, bahçesinden çiçek koparıp eline tutuştururlardı, top oynarken terinizi kontrol eden yaşlı bir el sırtınıza girip çıkar, duruma göre 1 bardak soğuk suyu da beraberinde getirirken ''aman terli terli camiden soğuk su içmeyin! cama tıklayın ben size su veririm'' derdi. hep korur hep mutlu etmeye çalışırdı el birliği ile çocukları bu şehir.

Sabah camdan bakmaya doyamazdım. pos bıyıklı, buharlı tren gibi duman çıkaran insanlar ölümle boğuşmaya giderlerdi. sessiz bir film gibiydi ve filmin sonunu bir ses belirlerdi '' Allaha ısmarladık'' diye. fakat bu film hep bu ses ile noktalanmaz dı, çünkü babam da diğer emekçiler gibi vardiyalı çalışırdı.

Hafif sigara kokusuyla karışmış bir sokak kokusunu hatırlatır bana bu şehir. bu kokuya baba kokusu da eklenince ortaya çocuk yaşta kafamda kurduğum ''emek'' kavramı çıkar. o işe gider, karanlık yerlerde bize ekmek parası bulmaya çalışır, kocaman farelerle savaşır bazen, bazen de en yakın arkadaşının geçirdiği kazayı anlatırdı büyük ve ünlü bir roman gibi...

Annemin pişirdiği yemeğin camda oluşturduğu buhara yazardım ben ''Zonguldak'a'' değil ''Zonguldak'a'' yazısını. müfettiş girince sınıfa heyecanla yaşadığı yerin adını bile unuturdu sınıf arkadaşlarım çünkü. dikkatli olmak gerekirdi öğrenirken bir şeyleri... neden mi ? ''biz okuyamadık ama siz okuyacaksınız, büyük adam olacaksınız! ben sizler için yerin yedi kat dibinden ekmek kazanıyorum'' sözü hiç kimsenin aklından çıkmazdı oralarda.

Sporcu kağıdı oynardık, taso oynardık, bilyalı tekerleklerden tahta arabalar yapıp yokuştan aşağı salardık kendimizi. ağaçlara çıkar ormanlarda kaybolurduk, ayaklarımız simsiyah eve gelip annemizden azar iştirdik, çünkü orada yer de kara idi gökte kara...

Kilimli'de otururduk biz, hep gidemezdik merkeze. ateri kasetleri orada satılırdı, kebap orada daha güzeldi, okul açılmadan önce yeni çantalar, kalem, kutuları defterler, kalemler, silgiler oradan alınırdı hep. babanız ikramiye alınca, Zonguldak yolu gözükürdü. hiç kimse bir çocuk gibi mutluluk hormonu salgılamamıştır ateri kasedi alırken, kebap yerken, gezerken ve izlerken denizi elinde boyalı uçan balonuyla Zonguldak'ta... devran amca vardı, cennet ne sorusuna çocukların vereceği cevapların başında gelirdi hep. girerdiniz, gezerdiniz, beğenirdiniz... en sevdiğiniz oyuncağı oradan alıp çıkarken madenci heykeli selamlardı sizi.

Trenler... çok önemlidir Zonguldak'ta trenler... trenin sesinin değmediği yer yoktu neredeyse. gece rüyanızdan öğlen çalan çıkış zilinize, denizdeki dalga sesinden ezan sesine kadar her sese bulaşırdı gürültüsü, alışırdınız bir makinist gibi...

Biraz büyüdük, okuyup yazmayı öğrenmenin merakıyla dağı taşı radar gibi tarar olduk. Zonguldak'a ''indiğimizde'' İnönü heykelinin altındaki ''"bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur" yazısı karşılardı sizi. sonra meşhur tabelalar, kadırga yokuşuna çıkarken ''klakson çalmayınız!'' uyarısı.

Bayramlarda taklar kurulurdu yollara, akşamına da fener alayı gezerdi caddeleri ve sokakları. şaşırırdım hep ''bu kadar insan varmış buralarda demek ki'' diye. ve hepsinin yüzü gülerdi.

Büyüdük ve işler değişmeye başladı artık. emeğin başkenti direnmekten yorulmuştu. yüzdeki çizgiler, saçtaki beyazlar ve sırttaki yükler artıyor, gülen yüzler azalıyordu gitgide...

işte biz de böyle bir zamanda terk ettik bu şehri... babam eve gelip ''emekli oldum'' dedi ve hikaye tam da burada başladı... günler hızla akıp giderken son hatırlanan şey ise, kamyona yüklü eşyalarımızın ardından ağlayan komşularımız ve onlara eşlik eden yağmur...

Şimdi ise her boş vaktimde gider ziyaret ederim. her şeyine vakıf oldum artık o toprakların. haksızlıklarına, üzüntülerine, çığlıklarına, umutsuzluklarına ve boş vermişliklerine. belki de artık mantıksal ve objektif bakıyorum olaylara. Ortaköy'de otururken eski anılar yad edildikten sonra AVM'ye gitmek oldu ritüel. şehir dışından gelen her çeşit insanın kötülemelerini sokakta yürürken duymak oldu. borç bataklarına düşen bir sürü ailenin üzücü hikayelerini dinlerken, kanı kaynayan tertemiz ve gencecik bedenlerin üç beş kuruş maaş ile özel veya kaçak ocaklarda çalışırken nasıl da ölümle burun buruna geldiklerini duymak oldu...

Çok şeyler öğrendim o şehirden ben, çok şeyler kazandım, çok şeyler verdim geri. işin garip tarafı ise bizden öncekiler ömürlerini verdi, hayatlarını verdi, hayallerini verdi...

Evet ne diyorduk, Zonguldak pis bir şehir, her taraf siyah siyah kurum. insanları da itici ve kaba. eğlenilecek bar yok disco yok, akşam 10'dan sonra hayat yok. çok pahalı ve çok bakımsız. her taraf yokuş ve merdiven. esnafı kazıkçı, gençleri apaçi şoförleri sinirli ve sabırsız... Zonguldak'ta hakkını vererek yaşamayıp ve şehrin felsefesini anlamayan kişilerin safsatalarıdır bu sözler, doğru olsa da olmasa da...

Ülkemizde emeğin en önemli başkenti, memleketin yorgun lokomotifidir Zonguldak!

Alıntı: Kemal Gürcan Bal (2015)
Zonguldak Nostalji

Editör: TE Bilisim